Ovada Bayram « Kırıkhan Olay Gazetesi-Hatay'da Hızlı doğru tarafsız haberciliğin merkezi

29 Mart 2024 - 12:51

Ovada Bayram

Ovada Bayram
Son Güncelleme :

11 Mayıs 2021 - 13:36

“Ben çocukluğumda ve gençliğimde yalnız Çukurova Bölgesi’nde onlarca Köroğlu anlatıcısına rastladım. Bu Köroğlu destanlarını her usta kendince anlatıyordu, kendisinden bir şeyler katıyordu destana. Ben edebiyata destan anlatıcılarına öykünerek başladım. Gençliğimde hem bir anlatıcı hem de derleyiciydim. Bir romancı için – eğer o romancı yeni bir roman dili yaratmak gücünde ise – sözlü edebiyat erişilmez bir kaynak olabilir”1

Çocukluk ve gençlik yılları. Bilincimizin, hayat karşısında duruşumuzun oluştuğu yıllar. On yedinci yüzyılın büyük düşünürlerinden Thomas Hobbes henüz “İnsan insanın kurdudur” lafını etmeden önce söylememiş miydi? “Benim hayatım çocukluğumun izdüşümü gibidir” diye. Çocukluk ve ilk gençlik yılları… şiir gibi geçen ve sanki sihirli bir dünyada yaşıyormuş hissi veren o yıllar.

Benim çocuklunum, büyük değişim ve dönüşüm yılları (1968 olaylarını ve çiçek çocukların dünyayı değiştirme özlemlerini hatırlatmak isterim) olarak da nitelenen bir dönem sonrasına rastlayan ve yirminci yüzyılın en şenlikli dönemi olarak da betimlenen bir döneme rastladı. Şimdi anlatıldığında yeni kuşaklar için sanki ortaçağ devirlerini anlatıyormuş hissi uyandıran ve muhakkak onlar için hayli sıkıcı gelen 1970’li yıllar. Daha doğrusu 1970’lerin ikinci yarısı. Henüz bizim çocuk olduğumuz ve dünyanın kirlenmediği masum zamanlardan bahsediyorum. Köyümüzde elektriğin olmadığı gecelerin gerçek gece, gündüzlerin gerçek gündüz olduğu hattı zatında hayatın daha sahici olduğu yıllardan bahsediyorum. Yaz sıcaklarında damda yattığımız günlerde Samanyolu’nun görüntüsünü ve kayan yıldızların azametini hayal edebilir misiniz? Ya o pilli radyodan dinlediğimiz unutulmaz müzikler eşliğinde yıldızlara bakıp kurduğumuz hayalleri.

Yeşilçam yönetmenleri tarafından şimdilerde başarılı biçimde senaryolaştırılan ve ciddi gişe hasılatı elde eden filmlere konu olan dönemlerden bahsediyorum. Burada hemen şunu belirtmem gerekiyor ki bizim çocukluğumuz o filmlerden daha eğlenceli ve daha sahiciydi2. Televizyonun olmadığı, buzdolabı yerine tel dolapların kullanıldığı, suyun tulumbadan alındığı, lüks ya da gaz yağı lambalarının altında oturulan, sinemanın sihirli olduğuna inanılan ve kadınlı erkekli yazlık sinemalara gidilen, horoz şekerinin madlen çikolatadan daha lezzetli olduğu dönem. Traktör aküsüne bağlanan siyah beyaz televizyonda bütün köy halkı ile beraber ilk izlediğim dünya kupasını ve gol kralı Kempes’i unutmam mümkün değil. Kupayı alan Arjantin takımı kadar finalde kaybeden portakalları yani Hollanda takımını daha dün gibi hatırlıyorum.

Bu dönemin karakteristikleri başka bir yazı konusu olacak kadar uzundur3. Onun için bu bahsi kısa tutup çocukluğumdaki bayramlara geldiğimde ilk aklıma gelen Ağustos ayına rastlayan oruçlar ve insanların dillerinin susuzluktan bir karış dışarı çıktığı günlerdir. Amik Ovası’nın kavurucu sarı sıcaklarında pamuk tarlalarında kimi zaman çapa yaparak kimi zaman pamuk toplayarak çoğunlukla ise çalışmak durumunda kalınılan Ramazan ayları. Hele oruçlar Temmuz ya da Haziran ayına denk geldi ise bittiniz demektir. En çok da oruçlu-oruçlu harman dövmek aklımda kalmış. Ovadaki işlerin en zorlarından biri olan harman dövmek oruca denk geldiğinde daha bir zorlaşırdı.

Biz çocuklar için iftar vaktinin kutsal saatler haline geldiği ve tüm ailenin boy-boy sofraya oturduğu geçmek bilmeyen anlar. Bizler çoğu zaman oruç tutmazdık ama kimi zaman öğleden sonra kimi zaman sabahtan öğleye kadar tuttuğumuz tekne oruçlarını olabilecek en büyük paraya da büyüklerimize satardık. Bu günlerin her anı film gibi zamanlardı aslında. Büyükler tarafından oruç tutmayalım diye kaldırılmadığımız sahurlara ağlaya-ağlaya zorla da olsa kalkıp dört başı mamur sofraya oturmalar ve hane halkına eşlik etmeler. Bu zamanlarda Zeyno Nenemin -ki doksanlı yaşlarına gelmesine rağmen biz ona hala Küçük Zeynep derdik- bizi kolunun altına alıp saklaması olmasa sıkı bir azar işitmemiz olağan sayılırdı. Haa, bu arada sofra dedi isem bugünkü kuş sütü eksik sofralar aklınıza gelmesin. Bulgur pilavı ve üzüm hoşafının başköşede durduğu çoğunlukla akşamdan kalan yemeklerin yenildiği ama muhakkak karpuzun ve manda yoğurdunun olduğu sofralar. Eskiler, bulgur pilavı oruçlukda tok tutarmış deseler de aslında yiyecek pek bir şeyin olmadığı için mecburiyetten tüketilen bir yemek haline gelmişti o zamanlar bulgur. Bulgur, benim için mübarek bir bakliyattır ve ben hâlâ üzerinde buharların yükseldiği köy tavuğu suyuna yapılmış o pilavları hayal ediyorum. O dönemler milletçe daha fakir ama daha mutlu olduğumuz zamanlardı gibi geliyor insana.

Aklımda kalan bir diğer manzarada ise ister iftar sofrası olsun ister sahur sofrası olsun muhakkak misafirin olduğu büyük sofralara oturduğumdur. Köyde henüz caminin olmadığı yıllarda bir aylığına köylüye teravih kıldırmak ve çocuklara “Elif ba” öğretmek için gelen imamın bizim evde misafir olduğu ya da anamın ahretliklerinin olduğu zamanlardı o vakitler. Onların evde kalmasından kimse rahatsız olmaz ve onları aileden biri gibi kabul ederdik. Hatta bu insanların teravih sonrasında anlattıkları Hayber Kalesi, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı hikâyeleri ve bol eşkiyalı, canavarlı hikâyelerle bütün çocukların gözünü kırpmadan dinledikleri radyo tiyatrosuna dönüşürdü. Daha eski zamanlarda daha çok hikâye bilen yaşlılar varmış ve onlar uzun zemheri gecelerinin en itibarlı kişileriymiş.

Teravih namazına gitmeden önce sokakta bir fasıl oynanan kör ebeler, çetecilik oyunları hâlâ tatlı gülümseme ile hatırladığım zamanlardı. Camide en arka safta kılınan teravih namazı kimi zaman bitirilemeden uykuya dalınırdı. Her akşam muhakkak bir yaşlının sessiz olun uyarısı ve kaş çatmalar bize iltifat gibi gelirdi. En sevdiğimiz akşamlar Kadir Gecesi’nin yaklaşması ile birlikte artan mevlitler ve hatim dualarıydı. Bu akşamlarda muhakkak pötibör bisküvi arasında lokum dağıtılırdı. Lokumun kalitesi mevlidi okutanın maddi durumuna göre kimi zaman fındıklı kimi zaman ise sade olarak değişirdi. Aslında bizim için pek fark etmiyordu. Küncülü (susamlı) pidenin çerez olarak yendiği zamanlarda lokum pisküvit ancak senede birkaç kere yiyebildiğimiz bir şeydi ve onun için oldukça kıymetliydi. Türkiye nereden nereye geldi! Yeni alınan yirmi sekiz numara kundura ile uyuduğumuz ve gece kalkıp gizli gizli izlediğimiz ve giymeye kıyamadığımız zamanlardan tüketim çılgınlığına çevrilen ve alınan hiçbir oyuncağın bizi mutlu etmediği zamanlara…

Bizim köyümüz Amik Ovası’nın tam ortasında sayılabilecek bir ova köyüydü. 1950 sonrası dönemde kurutulup tarıma açılan Amik Gölü yatağının merkezinde yer alan köylerden biri konumunda olan köyümüz, sınıra kuş uçuşu beş kilometre mesafedeydi. Yani anlayacağınız bir yönümüzle de “Telboyu İnsanı” sayılırdık. Köyüm, geniş meraların olduğu, henüz çevre felaketinin yaşanmadığı, içinden küçük bir derenin geçtiği, etrafı dut ve okaliptüs (biz ona Sulfato derdik) ağaçları ile çevrili, bolca yaban hayvanının olduğu tipik bir ova köyüydü.

Özellikle ova köyüydü dedim çünkü ova köyü diğer köylerden farklıdır. Tüm Anadolu’da olduğu gibi ova köyleri ile dağ köyleri sanki farklı zamanlarda ve farklı coğrafyalarda yaşayan insanlardan oluşan köylerdir. Ova köyleri ile dağ köyleri arasında kimi zaman mesafeler az olmasına rağmen hayat tarzlarından dünya tasavvurlarına değin derin farklılıklar bulunurdu.

Köyümüz tüm ova köylerinde olduğu gibi bereketli topraklara sahip, on metre yerin altından buz gibi suyun çıktığı, her evin önünde emme-basma tulumbaların olduğu, yeşillikler arasında, geçimini çiftçilikle ve daha çok pamuk ekerek saklayan bir köydü. Ova köylerinin temel özelliklerinden biri, bu köylerde yaz mevsiminde güneş batar batmaz hücuma geçen amansız sivrisineklerin bolca olmasıdır. Köy halkı zamanında Alan Yaylasına çıkarken bizim çocukluğumuzda nedendir bilinmez artık çıkmaz hale gelmişlerdi. Yaşlıların o vakitler anlattıkları göç hikâyelerini düşündüğümde kendimi sanki Kemal Tahir’in “Devlet Ana” romanında gibiymişim hissine kapılırım.

Ben kömbenin tadı kadar o yapılma törenine bayılırdım. Bir şölen havası içinde yapılan kömbenin kendine has ritüelleri vardı. Kullanılan malzemesinden dolayı normal pastalara göre daha dayanıklı olan kömbe bayram sonrası yapılamayan kahvaltılar yerine azık olarak çalışmaya götürülen, öğrencilerin ceplerine sokulan mübarek bir yiyecekti. Kömbenin en önemli özelliği insanı tok tutması ve uzun süre saklanabilmesiydi. Çocukluğumdaki anamın yaptığı kömbeleri özlüyorum doğrusu. Sanki o bir sıradan pasta değil de başka bir dünyaya ve başka bir aleme ait bir kutsal yiyecekmiş gibi geliyor şimdi bana.

Hiçbirimiz çocukluğumuzdaki bayramları asla unutmayız değil mi? Neden diğer yaşlardaki bayramlar unutulur da -hatta günümüzde bayramlar tatil yapılan zamanlara dönüşmüşken- çocukluğumuzun bayramları ve bayram sabahları asla unutulmazlar? Ne zor bir soru değil mi? Camide en geri safta kıkırdayarak kılınan bayram namazları, camide yapılan bayramlaşmalar, cemaatle çekilen tekbirler ve sanki bir film sahnesini andıran o kutsal zamanlar. Ya mezarlık ziyaretlerim Bütün Anadolu köylerinde olduğu gibi bizim köyün kabristanı da köyün biraz dışındaydı. Bayram namazı sonrası yürünerek gidilen mezarlık ziyaretinde köyün erkekleri ve kadınları ayrı yerlerde durur, en çok genç yaşta vefat edenlerin mezarı başında bazen sessizce hıçkırılarak çoğu zaman Kur’an okunarak yapılan ziyaretler ve mezarlıkta toplanan bayram şekerleri. Uzun zamandır görülmeyen akraba ve tanıdıkların görülmesi ellerinin usulca öpülmesi, toplanan harçlıklar, sekide yapılan muhteşem kahvaltılar.

Bayram kartının henüz tedavülden kalkmadığı ve hasretle beklenen bir iletişim aracı sayıldığı naif zamanlar. Askerde olan atabeyime, tebrik kartının arkasına benim minicik elimin çizildiği bayram kartı gönderdiğimiz o sarı sıcak zamanlar. Sihirli ve büyülü zamanlar…

Ben büyüyorum, dünya eskiyor, zaman nehri akıp gidiyor, nesiller değişiyor. Değişmeyen ise masumiyet ve saflık olsa gerek.

1980’lerin sonunda kapitalist birikim süreçlerinde yaşanan değişime bağlı olarak hiçbir zorlama olmadan köy kendiliğinden boşaldı ve köyler sadece yaşlıların yaşadığı bir yer haline geldi. Ne acıdır ki ne o güzelim çimenler kaldı; ne ırmak boyu yüzdüğümüz göletler kaldı, ne her bahar vakti gelen hacı leylekler ve de en kötüsü ne de o güzelim insanlar kaldı… Hatta ne oldu biliyor musunuz; derede balık dahi kalmadı. Daha çok kitaplarda ve gazetelerde okuduğumuz çevre tahribatının en büyüğünü aslında benim köyüm yaşamıştır. Anadolu coğrafyasında leyleğe “Hacı Leylek” derler ve ona kutsal bir anlam yüklerler. Hacı’dır çünkü o kışın sıcak yerlere yani Arabistan yarımadasına göç eder. Arabistan yarımadasına göç ettiği varsayıldığı için kutsal sayılan ve dokunulmaz olan başka bir kuş ve başka bir coğrafya var mıdır acaba? Anadolu, her taşın ayrı hikâyesinin olduğu bağrında binlerce sır ve yüzlerce efsane taşıyan arzın merkezinin adı mı yoksa?

Modern zamanlarda bütün kavramların içinin boşalması gibi köy de anlamını ve ruhunu kaybetti. Ovada, köyler kendiliğinden boşaldı. İnsanlar tabiatın içinden gelip kendilerini açık hapishanelere dönüşen bu yatakhane şehire mahkûm ettiler. Aslında buralar şehir de değildi. Buralara şehir demek kökünde medeniyet sözcüsünü barındıran şehir sözcüsüne hakaretti. Buralar olsa-olsa kaçak kömür kokuları arasında, sağlıksız gecekonduların yükseldiği, park ve yeşil alanın para hırsına yenik düştüğü, çam kokulu ahşap doğramanın yerini pvc’lerin aldığı “naylon şehir” ler di.

Peki ya bayramlar? O masumiyetin ve saflığın sembolü olan çocukluğumuzdaki bayramlar. Onlara ne mi oldu diyorsunuz? Onlar da bir daha gelmemek üzere güzel atlara binip ovayı terk ettiler.

(1)       Alpay Kabacalı, “Yaşar Kemal ile Anlatım Sanatı Üzerine Söyleşi”, Yazko Edebiyat,

Ocak 1983.

(2)       Bu dönemi anlatan filmlerin başarılı örneklerinden olan “Vizontele”, “Babam ve Oğlum” filmleri ile “Dondurmam Caymak” filminden özellikle bahsetmem gerek.

(3)       Bu dönemle ilgili detaylı okumalar yapmak için Ayfer Tunç tarafından yazılan “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek” (Yapı Kredi Yayınları) isimli kitaba bakılabilir.

 

YORUM YAP

YASAL UYARI! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, pornografik, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.